yazılar

Belirsizlik, gölgeler ve gerçekleşen mucize: Bir Kalp Nakli Hikayesi – II –

Kül yangını bir ülkenin bağrında savruluşumuz uzun yıllar önce gerçekleşmişti.
Bizi bu ülkeye savuran rüzgâr hangi mevsime aitti. Sürekli acıları yaşayan bir ülkenin yetim, öksüz çocukları gibiydik. Bağrında yaratıldığımız topraklar bizlerden çok uzaktaydı şimdi. Ve bizler savrulan bir kavmin trajedisini hep kendimizde taşıyacaktık.

Sonra her acıdan tatmaya başladık yavaş yavaş. Sanki kardeştik onlarla. Her tattığımız acı yürek pınarlarımızı gözlerimizde dışarıya taşımıyordu artık. İçimizde büyüyen kuraklık bir vahaya dönüşüyordu. Biz bunun bilmiyorduk henüz. Yağmurlar bizi çoktan terk etmişlerdi oysa. Köklerimizi bıraktığımız topraklar artık gövdemize su taşımıyordu çünkü.

Sevgilim, yaşam sevincim, geçip giden dakikaları ömrümden sayma.
Solan her yaprak, her canlı, her duygu, her gidiş ve belki de her dönmeyiş düşünce dağarcığımı allak bullak etmek üzere…

Koridorlar…
uzun soğuk, gecenin bir yarısını bekleyen koridorlar
uçup giden düşünce dünyamda arkama bakma isteğimi tetikliyorlar.
Dönmek istiyorum, boynumu son bir kez çevirip boylu boyunca uzandığım yatağımda sana bakmak istiyorum, belki de son defa. Deniyorum, direniyorum, başaramıyorum…
Başaramadım.

Koridorlar sessiz ve soğuk. Üşüyorum. Çok üşüyorum.
Sonra beni başka bir yatağa alıyorlar. Ameliyattan önceki son yatağa. Üşüdüğümü düşünen hemşire sıcacık bir yorgan getiriyor. Isınıyorum. Ve yeniden koridorlar boyunca yol alıyoruz. Tavana çakılı kalan gözlerimde biri biri ardına ışıklar geçiyor sadece. Bir şey düşünüyor muyum, bilmiyorum. Zaman kavramının anlamsızlaştığı o an saat 24:23 ü gösteriyordu. Her şey hazırdı artık. Benim dışımda.

Birazdan ağzıma bir maske takacaklar, biliyorum. Birazdan sağ kolumun tam ortasındaki damardan ince bir soğukluk hissedecem. Sıvı serin bir his bırakarak bütün benliğimi kaplayacak. Sonra bütün vücudum gevşeyecek, gözkapaklarım istem dışı gözlerimin üzerine düşecek…
Ben artık uyumak istiyorum. Göz kapaklarım kapanıyor zaten…

Hoş çakalın….
Uyudum. Uyumuşum. Uyandığımda Takvimler 18 Kasım 2011’i gösteriyormuş. Sonradan öğrendim. Oysa bir ömür geçmiş gibi hissediyordum.

Yeni hikayem böyle başlar işte ya da devam eder…
Sonbahar daha kapıyı kapamadan, başka kapılar açılmıştı bile. Hikâye bu ya, düşen son yapraklar başka yüreklerde yeşeriyordu hemen.

Ağaçların sonsuz yalnızlığını paylaşmak için yola çıktıklarında, ardından gelişecek olanları kim kestire bilirdi? Düşen her yaprak onların körpecik yüreklerinde yaşam sevinci olarak yeşeriyordu yeniden.

Yaşananları kim isimlendirebilirdi ki. Bunu hiç istemediler zaten. Korkularını avuçlarında taşıdıkları günler bile, acının çıldırtan sesine kulaklarını tıkadılar. Duyulan bütün çığlıkları yaşamın sesi olarak algıladılar çünkü.

İkiside bu kente ait değildi. İkisi de savrulmuştu. Rüzgârın savurduğu yapraklar gibi savrulmuşlardı. Bu uzak diyar-ı şehrinde, onları birleştiren şeyin rüzgar olduğunu düşündüklerinde yaprakları ve rüzgârı daha çok seviyorlardı.

Savrulan yapraklar, yeni bir mevsim için kendilerini rüzgâra bıraktıklarında, onlar, rüzgârı çoktan unutmuşlardı bile. Yüreklerinde kopan fırtınalar rüzgârın esintisini duyulmaz kılmıştı. Artık bütün ağaçlar korkunç bir yalnızlığa terkedilmişlerdi. Onlar ise başlayacak bu yalnızlığın birlikteliğini yaşayacaklardı belki de. Her şeyden habersiz.

Ama yanılmıştı zaman, rüzgar ve sonbahar!
Sonra seni duydum sevgili, seni duydum gecenin geç gelen sabahında. Hatırlamadığım onca şeyin arasında ellerini hissettim. Sesine avuçlar dolusu kelimleler yazarak karşılık verdim. Hatırla!

Yazdım. Yeni hayatımın ilk eylemi bu oldu işte: YAZMAK!

12 Ağustos 2013